Back to Top
 
 
 
 

3 Mayıs 1944’te Ankara’da yaşanan olaylar; sebepleri, sonuçları ve etkileri açısından Türk milliyetçiliği tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Çünkü olaylar sadece Adliye Binası ve Anafartalar Caddesi’yle sınırlı kalmadı. “Millî Şef” sıfatıyla bütün yürütme yetkilerini elinde bulunduran, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, olayların arkasında, bunları düzenleyen tehlikeli bir grubun bulunduğuna kesin olarak inanıyordu. Bu gruptakilerin vatanseverlik görüntüsü altında “Irkçı-Turancı” görüşleri yaymaya çalıştıklarını, bunun milli güvenliğimizi ve dış ilişkilerimizi tehdit anlamına geldiğini öne sürerek yetkililere, faillerinin derhal ortaya çıkarılması talimatını verdi; çeşitli mesleklerden onlarca aydın ve üniversite öğrencisi gözaltına alınıp soruşturma başlatıldı.

İnönü ve hükûmet yetkilileri, bu olayların baş sorumlusunun Nihal Atsız olduğuna inanıyorlardı. Atsız Beğ, Özel Boğaziçi Lisesinde öğretmendi. 1930’dan sonra çok sınırlı maddi imkanlarına rağmen çıkardığı dergilerle varoluş sebebi saydığı Türk milliyetçiliğine mistik bir heyecan içerisinde hizmet ediyordu. Genç yaşından itibaren bu uğurda çeşitli baskılarla karşılaşmıştı. Dönemin tarih konusunda resmî tezlerindeki yanlışları eleştirdiğinden, önce üniversiteden uzaklaştırılmış; daha sonra öğretmenlikten kovulmuş, çıkardığı dergiler kapatılmış, ezilip sindirilmeye çalışılmıştı. Ama ne yapılırsa yapılsın çizgisinden en ufak sapma olmadan inandığı değerlere, Türk milliyetçiliği ülküsüne, Türkçülük düşüncesine hizmetini sürdürüyordu. Yüksek karakterli, şahsiyetli, inançlarından ödün vermeyen örnek bir ülkücü ve dava adamı olmasının yanı sıra çok yönlü bir fikir adamı ve çok sayıda okuyucusu olan, okunan bir yazardı. Türkçeyi konuşurken de yazarken de mükemmel kullanırdı. Şairdi, çok güzel şiirleri vardı. Türk tarihi ve kültürü üzerinde yaptığı araştırmalardan kaynaklanan tespitleri ve birçok görüşü tarihçiler arasında kabul görüyor, benimseniyordu.

İkinci Cihan Savaşının bütün şiddetiyle sürdüğü dönemde, Türk milliyetçiliği çizgisinde yayımlanan bir derginin olmayışına üzülüyor; bu eksikliği gidermek amacıyla bazı girişimler de yapıyordu. Sonuçta epeyce uğraşarak Bakanlar Kurulundan gerekli müsaadeyi aldı ve 1 Ekim 1943’te Orhun dergisini on yıl aradan sonra yeniden çıkarmaya başladı. Derginin Mart sayısında, Başbakan Şükrü İnsanoğluna hitaben yazdığı “açık mektup”, kamuoyunda geniş yankı buldu. Atsız Beğ, mektubunda birkaç örnek vererek komünistlerin ülke genelinde yoğun şekilde çalıştıklarını, devlet kadrolarına yerleştiklerini anlatıyor; zaman geçirmeden önlem alınmasını istiyordu. Bu arada İnsanoğlunun 1942 yılında Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasındaki “Türk’üz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, kan meselesi olduğu kadar vicdan ve kültür meselesidir.” cümlelerine de yer vererek bu ifadenin gereğinin yapılmasını hatırlatıyordu. Dergi âdeta kapışıldı, bütün sayıları kısa sürede satıldı.

Atsız Beğ, aslında Derginin kapatılmasını bekliyordu; bu olmayınca Nisan sayısında bir mektup daha yazdı. Bu defa çok sayıda isme yer veriyor; komünistlerin özellikle üniversiteleri, okulları ve Maarif Bakanlığını hedef aldıklarını, Bakan Hasan Ali Yücel’in bu girişimlere göz yumduğunu, istifa etmesi gerektiğini ifade ediyordu.

Derginin bu sayısı beş bin basılmıştı, ancak kısa sürede tükendiğinden yeniden basıldı ve satıldı. 25 kuruş fiyatı olan Dergi, 25 liradan alıcı buluyordu. Üçüncü baskısı da yapılabilirdi ama buna zaman kalmadı. Sıkıyönetim Komutanlığı, 6 Nisan’da Dergiyi kapattı.

Atsız Beğ ertesi gün, çalıştığı okula gittiğinde işine son verildiğini öğrenir. Artık onun için zor bir dönem başlamıştır. Mektupta adı geçenlerden Sabahattin Ali; Hükümet’in yayın organı Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay ve Hasan Ali Yücel ‘in kışkırtması üzerine hakaret davası açar. 26 Nisan’da Ankara Adliyesindeki ilk duruşmada büyük izdiham yaşanır. Milliyetçi gençler, Atsıza destek için gelmiş; salonu ve koridorları doldurmuşlardır. Atsızın çıkışları, Türk toplumundaki milli duyguları, Sovyet-Rus emperyalizminin ideolojik silahı olan komünizme duyulan tepkileri görünür hâle getirmiştir; coşku ve heyecan yüksektir.

3 Mayıstaki duruşmaya izleyici alınmaz ve karar açıklanır. Nihal Atsıza verilen 6 ay hapis cezası 4 aya indirilmiş, infazı ertelenmiştir. Adliye çevresinde toplanan binlerce üniversite öğrencisi, karara büyük tepki göstererek Ulus Meydanında toplanır. Komünizm aleyhinde sloganlar atılır, Hükümet istifaya çağrılır. Topluluk, emniyet güçlerinin sert müdahalesiyle dağıtılırken 165 genç tutuklanır. Hakkında erteleme kararı olmasına rağmen Nihal Atsız da gözaltına alınır. Ardından bir iki gün içerisinde onunla bir şekilde ilişkisi bulunan elliden fazla milliyetçi aydın, farklı şehirlerde yakalanıp İstanbul’a getirilir; nezarete alınıp sorgulanırlar.

Sorgulama tarzı ve nezaret ortamı, yargılama ve soruşturma tarihimiz açısından bir faciadır, yüz karasıdır; henüz haklarında tutuklama kararı bile verilmemiş olan insanlara “tabutluk” adı verilen, bir kişinin zor sığdığı, sıcak, daracık hücrede, tepelerinde 150 mumluk ampul yakılarak aç ve susuz, günlerce işkence yapılır. Konuldukları suyu akmayan, pislik içerisindeki hücrelerde de benzer ortam vardır. Reha Oğuz Türkkan, bu yüzden bir gözünü kaybeder; bazıları hastalanır. Bu derece sert ve insanlık dışı uygulamanın sebebi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün tavrıdır. 19 Mayıs’ta bayram dolayısıyla stadyumda yaptığı konuşma, aslında bir taraftan ilgililere talimat diğer taraftan Sovyetler Birliği’ne verilen mesaj niteliğindedir.

İnönü şöyle diyordu: “Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bu bozguncuların yalan dolanların Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini kullanacağız.” Konuşmasında dış politikaya da değiniyor ve “Milli Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde tek dostumuz Sovyetlerdi. Türkiye’nin ülke sınırları dışındaki Türkleri birleştirmek gibi amacı yoktur.”

Onun bu tarz bir konuşma yapmasının esas sebebi Sovyetler ’den korkmasıdır. Çünkü Türkiye, savaşa girmemekle beraber, Almanya’nın 1943 yılına kadar üstün göründüğü, Rus topraklarında ilerlediği dönemde Hitler yönetimiyle ilişkilerini sıcak tutmaya özen göstermişti; hatta bazı devlet görevlileri gözlemci olarak Alman birliklerinin yanına gönderilmişti. Stalingrad’dan sonra dengeler değişip Kızıl ordu Doğu Avrupa’yı istilaya başlayınca Stalin’in Türkiyeyi, özellikle Boğazları hedef almasından endişe ediliyordu. Bir grup Türkçü aydın ezilerek Stalin’e şirinlik mesajı verilmek isteniyordu.

İsmet İnönü’nün konuşması, bir işaret fişeği etkisi yaptı; sanıkların daha mahkeme önüne çıkmadan kesin suçlu sayılmasına yol açtı. Aynı suçlayıcı ifadeler bütün gazetelerde günlerce birinci haber olarak yer aldı. Sanıkların Hükümet’i yıkmak amacıyla örgüt kurdukları iddiasıyla sürekli yorumlar yapılıyor, kamuoyu buna inandırılmaya çalışılıyordu. Tutukluların bir kısmı suçsuz bulunarak bir süre sonra tahliye edildi.

7 Eylül 1944’te, 23 sanık hakkında İstanbul 1 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde dava açıldı. Nihal Atsız, Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Dr. Hasan Ferit Cansever, Orhan Şaik Gökyay, Dr. Fethi Tevetoğlu, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, Reha Oğuz Türkkan, Nejdet Sançar, Hamza Sadi Özbek’in aralarında olduğu sanıkların yargılanması, 29 Mart 1945’e kadar sürdü. Savcı Kazım Alöç, bir hukukçudan ziyade peşin hükümlere dayalı iddianamesiyle, duruşmalardaki üslubuyla sanıkları ezmeye çalışan, hukuk tanımayan uygulamaları doğal sayan bir infaz memurunu andırıyordu. Ancak Atsız ve arkadaşları, savcının ve duruşma hâkiminin düşmanca tutumundan yılmadılar. Yapılan suçlamaların doğru olmadığını bilmenin rahatlığı içerisinde düşüncelerini mahkeme önünde de sahiplenmeye devam ettiler. İfade ve savunmalarında ırkçılıktan ne anladıklarını, Türk dünyasının hayal değil tarihî ve kültürel bir gerçek olduğunu, dolayısıyla dünya Türklüğüyle ilgili gelecek tasavvuru anlamına gelen “Turancılık” ın suç sayılamayacağını, iddianamenin hukuki dayanağının bulunmadığını, etraflı şekilde anlattılar.

Mahkeme, 29 Mart 1945’teki duruşmada kararını açıkladı. 23 sanıktan 13’ü için beraat kararı verilirken Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Hasan Ferit Cansever’in aralarında olduğu on kişiye, üç ila on yıl arasında değişen cezalar verildi. Gereken itirazlar yapılarak karar Askerî Yargıtaya taşındı. 26 Ekim 1945’te kararı görüşen Yüksek Mahkeme, konuya iktidar çevrelerinin etkisi altında kalmadan hukuki açıdan bakarak kararı usulden ve esastan bozdu; bütün sanıkların “derhâl” tahliyesine ve davaya 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin değil, 2 Numaralı Mahkemenin bakmasına karar verdi ve ertesi gün tahliyeler yapıldı. 2 Numaralı Askerî Mahkeme, 31 Mart 1947’de Askerî Yargıtayın kararına uyarak bütün sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Böylece tarihimize, Atsız’ın ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin adı olan “Türkçülük”ü mahkûm etmek anlamına gelecek çirkin bir leke sürme girişimi önlenmiş oldu.

İnönü iktidarı, gençlerin millî duygularını ifadeye çalışmasından ibaret, masumane bir gösteriyi, ilk günden başlayarak Hükümet’i yıkmayı amaçlayan “bir suç örgütünün düzenlemesi” olarak tanımladı. Cumhurbaşkanı’nın, çevresindekilerin ve gazetelerin Türkçülüğü ve bir grup milliyetçi aydını peşinen suçlu ilan etmelerinin devlet bürokrasisi ve eğitim kurumlarındaki psikolojik etkileri, yargı kararına rağmen tümüyle giderilemedi. Türk milliyetçiliğine karşı olan kozmopolit liberaller, solcular, etnikçi bölücüler ve siyasal İslamcılar her fırsatta benzer suçlamaları yapmaya, milliyetçileri kamu alanlarının dışına itelemeye çalıştılar.

Bu çabaların en somut örneği, 12 Eylül darbesi sırasında yaşandı. 587 sanıkla açılan “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın iddianamesi, aslında 1944’te beraatle sonuçlanan ve “Irkçılık-Turancılık Davası” diye anılan davadaki iddiaların ve suçlananların sayılarının daha da genişletilmiş hâlidir. Radikal bir solcu olan Nurettin Soyer ve ekibi, kendi zihniyetlerinden bazı akademisyenler ve yazarların da yardımıyla, hem Türk milliyetçiliği fikrini temsil eden MHP ve yöneticilerini hem de 1912’de kurulan Türk Ocakları dâhil bütün sivil ve kültürel kuruluşları benzer şekilde suçlayıp mahkûm etmek istediler. Askeri cunta, üzerlerindeki üniformanın onurunu ve sorumluluğunu bir kenara bırakarak Nurettin Soyer ve ekibinin önünü açtı, Mahkemeye 220 Türk milliyetçisinin idamını isteyen, siyasi ve hukuki tarihimiz açısından yüz karası olan bu iddianameyi sunmalarına göz yumdu. Fakat Nurettin Soyer ve Pol-Der’li, insanlıktan nasibini almamış ekibin C-5 denilen işkence odasındaki bütün çabalarına rağmen ülkücü gençler çözülmedi; daha duruşmanın ilk gününde İstiklâl Marşı’nı coşkuyla haykırarak suçlamaların iftira olduğunu ilan etmiş oldular. Başta Alparslan Türkeş ile Nevzat Kösoğlu ve Sadi Somuncuoğlu olmak üzere MHP yöneticilerinin mahkemedeki ifade ve savunmaları, Türk milliyetçiliği fikrinin haklılığını gösteren tarihî belgelerdir. Yargılamanın başlamasından 6 yıl sonra verilen beraat kararları, aslında Türk milliyetçiliği fikrine ve mensuplarına kurulan komplonun iflası anlamına gelir.

1944‘te “ırkçılık-Turancılık” suçlamasıyla açılan davanın üzerinden 47 yıl geçtikten sonra küresel bir deprem yaşandı. Sovyetler Birliği dağılırken beş bağımsız Türk devleti doğdu. Türkiye ile Türk dünyası ilişkileri yeni bir yörüngeye oturdu. 2021 Mart ayı sonunda toplanan Türk Devletleri Keneşinde alınan kararlar, büyük devlet adamı Nur sultan Nazarbayev’in Türk Birliği çağrıları, Mehmetçiğin can Azerbaycan askeriyle omuz omuza Ermeni istilacılara karşı kazandığı zafer; Ziya Gökalpların, Nihal Atsız ve arkadaşlarının, ALPARSLAN Türkeş ve ülkücülerin görüşlerinin, mücadelelerinin tarihin seyri içerisinde doğru ve haklı olduğunun somut belgeleridir.

Çok çetin yollardan geçildi, çok çile çekildi, bu uğurda çoğu genç yaşta iki binden fazla milliyetçi-ülkücü şehit oldu. Ama tarih gösteriyor ki, Türkçüler, ülkücüler acıyı bal eylediler ve kazandılar. Bu kutlu davaya emeği geçen; milletimize, ülkümüze hizmet edip ebedî âleme intikal edenlerimizi bir kere daha rahmetle, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum; ruhları şâd olsun

3 Mayıs 1944 Milliyetçilik Olayları

Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği hareketinde önemli günlerden ve dönüm noktalarından birisi de 3 MAYIS 1944 Türkçülük Olaylarıdır.

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, “Benim hayatta yegâne fahrim servetim Türklükten başka bir şey değildir”, “Doğuşumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir”,” Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene!” gibi daha nice sözlerin sahibi olan M. Kemal Atatürk’ün önderliğinde, tarihte GÖK Türker’den sonra ilk defa “TÜRK” adıyla bir devlet kuruluyordu. Yeni kurulan bu devletin kuruluş felsefesini ve temelini “Türklük Şuuru – Türk Milliyetçiliği ve Türk Kültürü” oluşturmuştur. Tek devlet, tek millet, tek dil ve tek bayrak esasına “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düşüncesine ve “TAM İSTİKLAL” anlayışına dayanan yeni Cumhuriyet ve Cumhuriyetin kuruluşundan önce verilen Millî Mücadele sadece Türk Milletini esaretten kurtarmakla kalmamış aynı zamanda nice mazlum milletlerin örnek alarak istiklallerine kavuştuğu emperyalizme karşı verilen örnek bir mücadele hareketi olmuştu. Bu durumu Şair Behçet Kemal Çağlar şu şekilde ifade eder:

“Doğrulup gürlüyorsun yeryüzünde yeniden
Her silkinen, kalkınan, kurtulan ulusla sen
Tıpkı ilk sesin gibi Samsun’dan Amasya’dan
Son sesin yükseliyor Afrika’dan, Asya’dan “

Türkiye’deki Türklük şuuruna ve Tam Bağımsızlık anlayışına dayanan Millî Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti Endonezya’dan Tunus’a, Hindistan’dan Pakistan’a kadar pek çok kardeş milletin bağımsızlık mücadelesine örnek olmuştur.

Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra Milli Şef İNÖNÜ döneminde devletin kuruluş felsefesi olan Türkçülük ve Türk Milliyetçiliğine ve Atatürk’e karşı bir kampanya başlatılmıştır. İnönü’nün Cumhurbaşkanı oluşuyla birlikte Atatürk’ün kendi resimleri ve Türklüğün sembolü olan Bozkurt resimleri Türk parasından ve devlet dairelerinden indirilip mahzenlere kaldırılması bu zihniyetin ilk belirtileridir. Bu tavır 1944’lerde devleti kuran iradeye ,fikre yani TÜRKÇÜLÜĞE karşı bayrak açılarak kendisini iyice göstererek doruk noktasına ulaşmıştır.
Hatırlanacağı üzere , 1940’lı yıllar, İkinci Dünya Savaşının yeni bir aşamaya girdiği ve ülkemizde iç ve dış kaynaklı oyunların oynandığı dönemlerden biridir.
Bir taraftan savaşın karşıt cephelerini oluşturan batılı devletlerin, diğer yandan Komünist Sovyetler Birliği’nin çeşitli baskı ve yönlendirmelerine maruz kalan Türkiye, içerde de Milli Şef İnönü’nün baskıcı dikta rejimi altında yokluk ve sefalet içinde yaşamaktaydı. Ruslara şirin görünmek amacında olan İdarenin de müsamaha ve hatta teşvikleri ile bölücü ve komünist faaliyetler iyice artmış, devlet kurumlarında yoğunlaşan sol ve materyalist kadrolaşma ülkemizi farklı boyutlara götürebilecek bir boyut ve hız kazanmıştı.
İşte böyle bir zamanda kararlı ve ilkeli bir grup Türk Milliyetçisi aydın, rejimin tüm baskılarına ve dayatmalarına rağmen, tehlikeli gidişe dur demek için kamuoyuna ve devlete birtakım uyarılarda bulunmuştur. Büyük dava ve fikir adamı Nihal Atsız’ın önderlik ettiği ve rahmetli ALPARSLAN Türkeş’in de içinde yer aldığı bu aydın hareketine duyarlı Türk Gençliği hem de asil Türk Milleti destek olmuş; böylece o güne kadar sadece kültürel alanda ve fikri boyutta faaliyet gösteren Türk Milliyetçiliği hareketi, fikir akımı hüviyetinin yanında, siyasi ve sosyal bir hareket özelliği kazanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı olanca hızıyla sürerken, Türkiye’yi idare edenlerin duruş ve tutumu da savaşın seyrine göre değişiyordu. Savaşta Almanlar başarılı iken, iktidar Almanlardan yana tavır koyuyor, Almanların hezimeti ile birlikte bu tavır Ruslardan yana dönüyordu.
O zamanki Türk medyasının bu günkünden pek farkı yoktu. Cumhuriyet Gazetesi Nazi Almanya’sından, Ulus Gazetesi İse Komünist SSCB’den yana yayın yapıyordu. Cumhuriyet Gazetesinin sayfalarını Hitlerin, Ulus Gazetesinin sayfalarını ise İnönü ile Stalin’in birlikte çekilmiş resimleri süslüyordu.
Başbakan ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU, işte o günlerde, durup dururken, TBMM’de bir konuşma yaparak.

“BEN TÜRKÇÜ BİR BAŞBAKANIM… TÜRKÇÜLÜK BİZİM İÇİN KÜLTÜR MESELESİ OLDUĞU KADAR BİR KAN MESELESİDİR.” deyivermişti.

Bu sırada Hasan Ali YÜCEL Milli Eğitim Bakanı bulunuyordu. Memlekette ise teröre ve baskıya dayanan dikta rejimi bütün şiddetiyle hüküm sürmekteydi. Bayramlarda bütün şehirlerimizin sokaklarına” Tek Parti, Tek Şef, Tek Millet” gibi vecizeler taşıyan dövizler asılıyordu. İşte bu hava içinde birçok komünistler ve solcular yüksek makam sahiplerinin çeşitli zaaflarını kullanarak üniversitelere, okullara ve önemli müesseselere sızmışlardı. Başbakan Şükrü Saracoğlu da TBMM’de yapmış olduğu konuşma ile “Ben Türkçü bir Başbakanım. Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar, bir kan meselesidir.” demişti.
Tanınmış Türk düşünürü şair ve yazar Nihal ATSIZ bu sıralarda Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışıyordu ve ORHUN dergisini yayınlamaktaydı. Milliyetçi bir dergi olan ORHUN, başbakanın bu milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalmadı.
Ve Nihal ATSIZ, Şükrü Saracoğlu’na hitap eden iki açık mektup yayınladı.
Pek dikkate değer olan ve bir devre, tarihi notunu veren bu iki mektup, hiç unutulmaması gereken iki önemli vesikadır. Bu mektuplarda sayın Nihal ATSIZ, Şükrü Saraçoğlu’na özet olarak şunları söylüyordu:
“Memlekette açıktan açığa komünist propagandası yapan dergiler çıkarılmaktadır. Bu dergiler Millî Eğitim Bakanlığı’nın emri ile ve devlet parası ile satın alınarak bütün okullara dağıtılmaktadır. Sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde, Devlet Konservatuarında daha başka birçok önemli mevkilerde memleketimizi komünistleştirmek isteyen, bu uğurda çaba gösteren insanlar vardır.”
Nihal ATSIZ açık mektubunun bir tarafında da şu ifşaatta bulunuyordu:
“Bursa cezaevinde hüküm giymiş bir suçlu olarak bulunan Nazım Hikmet’e Millî Eğitim Bakanlığı tarafından el altından paralar verilmektedir. Bir vatan haini olduğu bilinen Sabahattin ALİ, Ankara’da Devlet Konservatuarında öğretmendir. Sanat adamı olarak yetiştirilecek gençler bu adamın tesir dairesi içine âdete zorla sokulmuş gibidirler.”
Korkunç bir ifşaattı bu…
Milli Eğitim Bakanı kendi bakanlığının hariminde dönen bu dolapları, çevrilen entrikaları bilmiyor muydu?
Nihal ATSIZ da işte mektuplardan birini bu mukadder soruyu ortaya atarak bitirmişti:
“Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ya bunları bilmiyor, görmüyor… O halde akıl kabul etmez derecede büyük bir gaflet içinde bulunmaktadır. Yahut bilerek, görerek bu işleri yapmaktadır ki, bu takdirde kendisi de ihanet halindedir…”
“Öyle de olsa böyle de olsa, her iki ihtimal içinde de mütalaa edilse, Hasan Ali Yücel’in bu durumu bir bakan için müsamaha edilecek, affolunacak bir durum değildir.”
“Hasan Ali Yücel ya derhal bu vazifeden alınmalıdır yahut kendisi daha vatansever bir jest göstermeye davet edilmeli, hemen istifa etmesi istenmelidir.” (ALPARSLAN TÜRKEŞ, 1944 MİLLİYETÇİLİK OLAYI, sayfa 30-31 Kamer Yayınları 1992)
Orhun Dergisi Başyazarı ATSIZ elbette doğru yolda idi ve doğru söylüyordu. Bu satırları büyük bir vatanseverlik duygusu içinde yazdığı belliydi.
Mektup, Ankara’da çok büyük bir ses getirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar geçen yirmi bir yılı içine alan zaman diliminde bir bakan hakkında böylesine aleni suçlamaların yapıldığı ne görülmüş ne de işitilmişti.
Mektuplar, “Ben Türkçüyüm, ırkçıyım” diyen bir Başbakanı da sarsmıştı. Fakat asıl sarsılan İnönü olmuştu.
O zamanın şartlarında Türkiye’de bir dikta rejimi kurmuş olan İNÖNÜ VE İNÖNÜ Türkiye’sinde bakanları tenkit veya takdir etmek kimin haddine düşmüştü. Bu iş ancak Milli Şef İnönü’nün hakkıydı. Hasan Ali YÜCEL, öyle ahım şahım, tahsilli, bilgili bir adam olmamasına rağmen İnönü’nün gözüne girmiş ve kendini sevdirmişti.
Saraçoğlu, “Ben Türkçü bir başbakanım” dese de İnönü’nün ve kadrosunun Türk milliyetçilerine sıcak bakmaları beklenemezdi. Hasan Ali YÜCEL, Başbakan SARAÇOĞLU, Saraçoğlu ’da Milli Şef İNÖNÜ ile görüştü, Türk Milliyetçilerine karşı uygulanacak strateji tespit edildi. Hükümet olaya doğrudan müdahale etmeyecek ve Sabahattin ALİ, kendisini vatan hainliği ve komünistlikle suçlayan Atsız’ı mahkemeye verecekti. Ne hazin bir tecellidir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin koskoca Cumhurbaşkanı ve Milli Mücadele Kahramanı İNÖNÜ, Başbakan SARAÇOĞLU ve devletin Milli Eğitim Bakanı Türkçülere karşı bir vatan haini ile iş birliği içine girmişti. Sabahattin Ali’nin fahri avukatlığını Rusya’ya methiyeler düzen Ulus Gazetesinin hukuk müşaviri Falih Rıfkı ATAY yapacaktı.
Atsız, mahkemeye verilmişti. Ardından, Hasan Ali YÜCEL, İsmet İnönü’den aldığı emirle Atsız’ı Boğaziçi Lisesi’ndeki Edebiyat öğretmenliği görevinden aldı. Bakanlar Kurulu Kararı ile de ORHUN dergisi kapatıldı.
ATSIZ-SABAHATTİN ALİ davasının ilk duruşması Ankara’da 26 Nisan 1944 günü yapılacaktı. ATSIZ, trenden Ankara garına inmişti. Kalabalık bir üniversite gençliği garda Atsız’ı bekliyordu. ATSIZ, çiçeklerle karşılandı, omuzlara alındı. ATSIZ, sevgi gösterileri arasında bir otele yerleştirildi. Otel, bir süre sonra polis birlikleri tarafından kuşatılmıştı. Ankara’da olan bitenden korkan İnönü’nün emriyle ordu birlikleri olağan üstü önlemler aldı. Atsız’ın otele yerleşmesinden sonra üniversiteli gençler,” KAHROLSUN KOMÜNİSTLER “, “YAŞASIN ATSIZ” sloganları atarak yürüyüşe geçtiler. Sabahattin Ali’nin kitapları Ulus Meydanı’nda yakıldı.
26 Nisan 1944’te Ankara’da başlayan ilk mahkemeye üniversite gençliği büyük ilgi gösterir, salon hınca hınç doldurulur. Bu yoğun kalabalık ve tezahürat karşısında Mahkeme heyetinin içeriye pencerelerden girebildiği söylenir.
Nihal Atsız Mahkeme Heyetine: ‘Sabahattin Ali’den sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı? ‘Diye sorar. Sabahattin Ali ise buna cevap veremez… Duruşma 26 Nisan 1944 günü SABAHI yapılmış ve öğleden sonraya ertelenmişti. Öğleden sonra, Savcı iddianameyi okudu ve taraflara söz verdi. Atsız son derece ciddi ve bir Türk Milliyetçisine yakışan vakur bir duruşla ağır ağır konuşmaya başladı:
“Bir vatanperver olarak Türkiye’nin inkıraz uçurumuna doğru sürüklendiğini görüyorum. Komünistler ve memleketi batırmak isteyenler birbirlerine destek olarak memleketin en yüksek mevkilerine çıkarken, vatanseverler her türlü darbeyle saf dışı edilmek istenmektedir…” diyordu. Atsız’ın bu ifadesi, bir savunmadan daha çok bir suçlamaya benziyordu.
Oysa, Atatürk “Türk Milletine vasiyet ederim ki başına geçireceği insanların kanındaki cevheri asliyi tayin etmekten bir an fariğ kalmasın” demiş; devlet kademelerine getirilecek idarecilerin iyi seçilmesini ve Türklük şuuruna sahip olmasını vasiyet etmişti. İnönü döneminde ise vatan hainleri ve komünistlikleri tescillenmiş insanlar önemli mevkilere getiriliyordu.
Dava 3 Mayıs 1944 gününe ertelenmişti.
Ankara’da yaşanan bu olaylar gençliği derinden etkilemişti. Herkes Saraçoğlu’nun da H. Ali Yücel’in de birer kukla olduğunu emirleri bizzat İnönü’nün verdiğini biliyor ve söylüyordu. Gençler:
– Mutlaka emirleri İnönü vermiştir.
– İnönü, Nazım Hikmet’i hapishanede besletiyormuş ha!
– Sabahattin Ali’yi konservatuara İNÖNÜ koydurmuş… Şeklinde konuşuyordu.
Bu tür konuşmalar başta İNÖNÜ olmak üzere Hükümeti ve yandaşlarını rahatsız ediyordu.
Nihayet o, 3 Mayıs 1944 tarihi gelip çatmıştı.
Bu sefer sayı daha da artmıştı. Binlerce üniversiteli genç Ankara sokaklarındaydı. Ankara sokakları “KAHROLSUN KOMÜNİSTLER” sloganları ile inliyordu. İNÖNÜ ve Tek Parti İktidarı ne yapacağını şaşırmıştı. Ankara’da yetkililer toplantı üstüne toplantı yapıyor, hükümetin yok olan itibarını yeniden kazandırmak için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlardı. İnönü iktidarın sonunun gelmesinden korkuyor ve emir üstüne emirler veriyordu. Ankara adliyesinin önünü hınca hınç dolduran gençler” Kahrolsun Komünistler” diyerek ortalığı çınlatıyorlardı. Yıllardır Tek Parti iktidarından rahatsız olan halk ve gençler bu rahatsızlıklarını açığa vurma fırsatı bulmuşlardı. İktidara halkın ve gençliğin gücünü göstermek için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı.
Gençlerin duruşma salonuna alınmamaları bardağı taşıran son damla olmuştu. Polislerin de tavrı birden değişmişti. Coplarına sarılan polisler acımasızca gençleri dövmeye başladılar. Kafaları yarılan ve kan içinde kalan gençler neye uğradıklarını anlamamışlardı. 3 Mayıs günü Başbakan Saraçoğlu ile görüşmek isteyen öğrencilerin bu isteği kabul edilmemiş; bu gençlerden 165’i gözaltına alınmış daha sonra serbest bırakılmıştır.
Mahkeme duruşmayı 9 Mayıs tarihine ertelemişti. Sabahattin Ali dışarıdaki tepkilerden ürkerek, saatlerce çıkamadığı mahkeme salonundan ancak akşam karanlığında çıkabilmişti. ATSIZ ise, yol boyunca kendisine yoğun tezahürat yapan gençlerin arasından geçerek oteline döndü.
Oteline dönen ve mahkemenin tutuklamadığı Atsız’ı polisler göz altına aldı. Aynı saatlerde Atsız’ın İstanbul’daki evi didik didik aranıyordu. Olayların boyutu gittikçe büyüyordu. TÜRKÇÜ olduğunu iddia eden Hükümet 18 Mayıs 1944 günü yayınladığı bir bildiri ile Atsız ve arkadaşların “IRKÇILIK VE TURANCILIKLA ve HÜKÜMETİ DEVİRMEYE ÇALIŞMAKLA” suçluyordu. İlk anda 14 asteğmen tutuklanmış ve 250 Harbiyeli hakkında soruşturma açılmıştı.
9 Mayıs’ta yapılan duruşmada ATSIZ, 6 aya mahkûm edilmiş, ağır tahrik nedeniyle ceza 4 aya indirilip tecil edilmişti. Atsız buna rağmen serbest bırakılmamıştı.
Aslında, Hükümetin tavır değişikliğinin asıl nedeni, savaşın sonucunun belirmeye başlamasıydı. Almanlar Stalingrad Bozgunundan sonra hızla geri çekiliyor, Kızıl Ordu onları kovalarken, Doğu Avrupa Ülkelerine giriyor, buralarda komünist idarelerin işbaşına gelmelerini sağlıyordu. İnönü iktidarı Türkiye’nin de benzer bir baskıyla karşı karşıya geleceği endişesiyle, savaş boyunca Nazi Almanya’sıyla ile ilişkilerini sıcak tutmuş olan İnönü, Stalin’in hışmına uğramamak için Moskova’ya sempatik gelecek bir tutum sergilemeye çalışıyordu.
Bu arada İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru gelinmiş, savaşı Rusların kazanacağı kesinleşmişti. Atatürk gibi şahsiyetli bir dış politika izlemek yerine korkak ve pısırık bir dış politikayı tercih eden İNÖNÜ, Ruslara şirin görünmek amacıyla “Turancı” dedikleri Türk Milliyetçilerini susturmaya karar vermişti. Oysa henüz 9 yıl önce 1935 yılında, Rus ihtilalinin yıldönümünden birkaç gün önce uzun bir konuşma yapan STALİN, gizli niyetini açığa vurarak bir taşkınlık göstermiş, Türkiye, İran ve yakın ve uzak doğu memleketlerini “RUS BÖLGESİ” diye adlandırmıştı. Moskova’daki Türk Büyükelçisinin durumu ATATÜRK’E bildirmesi üzerine, ATATÜRK, Ankara’da Sovyet Büyükelçisi’ne;
“Moskova’daki o herife, Katilin midir? Stalin midir? Ne Allah’ın belası ise, o herife söyleyin, biz Türkler asırlarca Rusya’nın göbeğinde rakı içmiş bir milletiz. Gerekirse yine de içmesini biliriz” demiş ve Ruslara gereken dersi vermişti. (H. TANYU, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, sayfa 173)
Atatürk’ün zamanında, Türkiye her bakımdan bölgesinde lider ve örnek alınan bir ülke idi. Dünyanın çeşitli ülkelerinin liderleri Türkiye’ye gelip Atatürk’le görüşmek için kuyruğa girmişlerdi. Atatürk, 9 Şubat 1933’de Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’nın katılımıyla “BALKAN Antantını diğer taraftan da 8 Temmuz 1937 yılında Afganistan, Irak ve İran’ yanına alarak Türkiye’nin öncülüğünde “Sadabat Paktını kurdurarak bölgeyi Türkiye’nin kontrolüne almıştır.
Atatürk’ün yerine Cumhurbaşkanı olan İNÖNÜ ise özellikle savaşın sonuna doğru Sovyetlere şirin görünmek için ilkesiz ve kararsız bir politika izliyordu. Türk tarihinin en büyük Türkçülerinden biri olan Atatürk’ün izinden giden Türkçüleri tutuklatıyor ve onlara akla hayale gelmeyen işkenceler yaptırıyordu
19 Mayıs gelip çatmıştı, herkes İnönü’den bayram konuşması yapmasını beklerken o devleti kuran irade ve fikri suçlayan bir konuşma yaparak güya Gençlik ve Spor Bayramını kutluyordu. Milli Şef henüz soruşturması bile başlamayan bir davada Türk Milliyetçilerini ağır şekilde suçluyordu.
“Turancılar, Türk Milleti’ni bütün komşularıyla (komşu dediği Komünist Sovyetler Birliği’dir.) onarılmaz bir surette düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk Milletini teslim etmemek için elbette cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız” diyebiliyordu…
İNÖNÜ’NÜN konuşmasını bir talimat olarak emir gibi algılayan savcılar, İstanbul ve Ankara’da milliyetçi avını başlattılar Dönemin önde gelen Türkçü aydınları nezarete alınıp İstanbul’a götürüldüler ve tutuklandılar. Tutuklanan Türkçü aydınlar şunlardır: Başta merhum Alparslan Türkeş Bey olmak üzere, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Cebbar Şenel, Hasan Ferit Cansever, Nurullah Barıman, Mustafa Zeki Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı, Hüseyin Namık Orkun, Saim Bayrak, İsmet Rasim Tümtürk, Cihat Savaşfer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Orhan Şaik Gökyay, Cemal Oğuz Öcal, Said Bilgiç, Mehmet Külâhlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti.
Tutuklanan Milliyetçi-Türkçü aydınlar, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün adına “TABUTLUK” denilen ünlü betondan ve tabuta benzeyen hücrelerinde savcının istediği şekilde ifade vermeleri için işkenceye tabi tutulmuşlardır. Tabutluklar dikine konulmuş ve ancak bir tabut genişliğinde beton oyuklardı. Tabutluğa konulanların üstünde beş yüzer voltluk üçer adet lamba yanıyordu.
Rahmetli Türkeş Bey, yapılan İşkence ve İşkence Çeşitlerini Şöyle Anlatır:
1. Sanıklar, günlerce aç ve susuz bırakıldılar.
2. El, yüz yıkamak, taharetlenmek imkânından mahrum edildiler.
3. Diğer bir işkence de Allah yarattı demeden dövmek. Bu işkence bilhassa üniversite öğrencilerine uygulanıyordu.
4. Başka sanıkların dövülmesini izlettirmek.
5. Tabanca çekerek ifade sırasında sanıkların şakaklarına dayamak ve” Sizi öldürürüz, kalp sektesinden öldü diye rapor alırız. Geçer gidersin” şeklinde tehditte bulunmak.
6. Boş yazı kâğıtlarını altına” imza muayenesi yapacağız, şurayı imzalayın” diye imzalatarak, ondan sonra da” İşte bu kâğıtların üstüne istediğimizi yazar, doldururuz, canınızı okuruz. Bunu bilerek ifade veriniz.” şeklinde tehditte bulunmak.
7. Emniyet Müdürlüğünün bodrumlarında, içlerinden lağım geçen hücrelere kapatmak. Vb.
Tutuklular nihayet 7 Eylül 1944 günü, İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim mahkemesinde; Hükümete karşı gizli örgüt kurmak, düzen düşmanlığı yapmak, hükümeti düşürmeye çalışmak ve Irkçılık, Turancılık yapmakla suçlanırlar. Askeri Savcı Kazım ALÖÇ, sanıkların idamla yargılanmasını istemektedir.
Irkçılık-Turancılık davası 7 Eylül 1944’te başlar ve haftada üç gün süren oturumlarla 65 oturum sürer. ATSIZ, altı buçuk yıla arkadaşları da çeşitli cezalara çarptırılırlar. Temyize başvurulması üzerine Askeri Yargıtay davayı esastan bozar.
Sanıkları tutuksuz yargılayan 2 nolu Sıkı Yönetim Mahkemesi kararını açıklar:

“3 Mayıs milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.”
Mahkemenin gerekçeli kararında: “Bu nümayiş (3 Mayıs 1944 yürüyüşü-gösterisi) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.” denilmesi Türk Milliyetçilerinin yaralı yüreklerine biraz da olsa su serpmiştir. Gerekçede yer alan” Milli bir gaye için çalışan Zeki Velidi ve Arkadaşlarının beraatına karar verilmiştir.” ibaresi Türkçülüğün ve Turancılığın bir mahkeme kararıyla milli bir dava olarak kabul edilip tescillemesi açısından son derece önemlidir.
İnönü ve çevresindekiler bu mahkeme kararı ile büyük bir şoka uğrarlar ve kararı temyiz ederler. Askeri Yargıtay temyiz başvurusunu inceler ve mahkemenin verdiği beraat kararını onaylar. Türk Milliyetçiliğine husumeti, varlık sebebi gibi gören çevreler ısrarlıdırlar: bu defa Yargıtay Başsavcısı Münif Kocaçıtak, tashih-i Karar isteği ile harekete geçti. Mahkemenin tekrar görüşülmesini istedi. Askeri Yargıtay bunu da reddetti. Böylece “Türkçülük-Turancılık” davası Türk Milliyetçilerini zaferi ile neticelenmiş oldu.

Hem o günleri daha iyi anlamak hem de olayın baş kahramanı olan Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ı yad etmek açısından, onun sözlerini hatırlayalım;
“3 Mayıs 1944… 3 Mayıs Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O, zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, ebedî ve ilmî sınırları pek de aşmayan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayıs’ında birdenbire hareket oluverdi.
Ali Suaviler, Süleyman Paşalar, Mehmet Eminler, Ziya Gökalplar, Rıza Nurlar yalnız duygu, düşünce, iş Türkçüsü idiler. Hareket Türkçüsü olmamışlardı. Çırağan baskını Türkçü Ali Suavi’nin siyasî bir hareketiydi. Bunun Türkçülükle ilgisi yoktu. Sıhhiye Vekili (Sağlık Bakanı) olduğu zaman gayri Türkleri atarak yerine Türkleri yerleştiren Rıza Nur, fiilî Türkçülük yapıyordu. Fakat bu da hareket değildi.
Türkçülükte ilk hareketi, 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü, Ankara’daki birkaç bin meçhul Türk genci yaptı. Bu bakımdan Türkçülük tarihinde onların hususî bir şerefi vardır.
Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. O’na bir bayram diyemeyeceğiz. Çünkü yıllarla süren büyük ızdırabımız o gün başlamıştır. O’na bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşi ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3 Mayıs’ta gafletten ayılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür.
Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a “Türkçüler Günü “deyip çıkıyoruz.

Hoşlanmayanlar onu benimsemesin. Yalnız kendilerine benzeyenler, yani Türk’e benzemeyenler onu yadırgasın. Biz 3 Mayıs’ı sevmekte devam edeceğiz. Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı 3 Mayıs hareketini yaparken onun çift olduğunu acı bir deneme ile öğrendi.
Bu millî hareketin zaferinden korkan Türkçülük düşmanları, Türkçüler ortaçağı andıran vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde türlü yayınlar yapılırken, onları tartışmaya çağırmak garabetini de gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak ve Türkçülerin günü olan 3 Mayıs, bir gün Türklerin günü olunca onlar tarihin büyük mahkemesinde lâyık oldukları akıbete uğrayacaklardır.
TÜRKÇÜLER! Toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayıs’ı analım. Anlatalım ve Kürşad’ın hâtırasını yüceltelim…
NE mümkün zulam ile bîdâd ile imhayı hürriyet,
Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten! ”
Hüseyin Nihal ATSIZ (KÜRŞAD Dergisi,1964, Sayı.2)

1-Hasan Ferit Cansever, Dr. yüzbaşı
2-Fethi Tevetoğlu, Dr. üsteğmen
3-Alparslan Türkeş, Piyade üsteğmen
4-Nurullah Barıman, Piyade teğmen
5-Zeki Özgür(Sofuoğlu) , Topçu asteğmen,
6-Fazıl Hisarcıklı, Ulaştırma asteğmen
7-Nihal Atsız, Edebiyat Öğretmeni
8-Hüseyin Namık Orkun, Tarih Öğretmeni
9-Nejdet Sancar, Balıkesir Lisesi Edebiyat Öğretmeni
10-Saim Bayrak, Temyiz Mahkemesi Evrak Memuru
11-İsmet Rasin Tümtürk, İstanbul Belediyesi Murakıbı
12-Cihat Savaşfer, Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi
13-Muzaffer Eriş, Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi
14-Fehiman Altan, Y. Mühendis Mektebi Öğrencisi
15-Yusuf Kadıgil, Lise Öğrencisi
16-Cebbar Şenel, Adana Adliyesi’nde Hakim Adayı
17-Zeki Velidi Togan, Türk Tarihi Profesörü
18-Orhan Şaik Gökyay, Ankara Konservatuarı Direktörü
19-Hikmet Tanyu, İçişleri Bakanlığında Memur
20-Reha Oğuz Türkkan, İstanbul Üniversitesi Doktora Öğrencisi
21-Hamza Sadi Özbek, Aydın Maliye Tahsilat Şefi
22-Cemal Oğuz Öcal, Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrencisi
23-Said Bilgiç, Ankara Adliyesi’nde Hakim Adayı
Aynı davadan sanık olarak Mehmet Külahlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti de bir süre tutuklu kalmışlardır

 

e – Posta:   HasKurt ÖzKurt

Bu site  HasKurt  ÖzKurt  Tarafından  hazırlanmaktadır